Beni bu gezegene daha önce ayak basmış dünyalı ziyaretçiler gibi göklerden gelen, zararsız bir ketoke kunura (dilimizdeki tam karşılığı: “çok da önemsenmemesi gereken tuhaf masum akıllı yaratık”) olarak kabul etmişlerdi. Benden önceki araştırmacılara nasıl davranmışlarsa bana da öyle davranmışlardı: “Görmezden gel. Yemek yersen davet et. Soru sorarsa yanıt ver, bir şey merak ederse izlemesine izin ver” (Kakiato böyle tarif ediyordu). Peki bir Keplerli, zavallı bir ketoke kunurayı ne zaman tehdit olarak algılar, onu laboratuvarına kadar neden kovalardı? Soru buydu.
Yanıt hem kendi merakımı dindirecek hem de Kepler 22b literatürüne ilginç bir katkıda bulunmamı sağlayacaktı… Gerçi benim bu gezegenle ilgilenen son üç beş kişiden biri olduğumu düşünürsek bunun pek de önemi yoktu. Yeni ötegezegenlerde başka ilginç türler keşfedildikçe artık kabak tadı veren Kepler 22b’ye olan ilgi azalmış, konusu salt bu gezegen olan üç beş dergi hariç, akademik dergiler “hakem yokluğu” bahanesiyle makaleleri geri çevirir olmuştu. Özetle, artık Kepler 22b iyi bir akademik kariyer vaat etmiyordu. Öyle ki, gezegen üzerinde yalnız çalışan ilk kişi bendim. Benden sonra bir başkasının fon bulup gelebileceğiyse şüpheliydi.
Kitabın inmesine saatler kala, vakit geçirmek için biraz kestirdim ve ziyadesiyle acıkmış olarak uyandım. Hiç gezegenden beslenmesem bile beni beş yıl idare edecek kadar zengin olan stoğumdan çıkardığım birer teneke ananas konservesi ve ton balığıyla, mikrodalgada yumuşattığım dondurulmuş ekmekten özensiz bir sandviç yapıp yedim. Kırk üç gün sonra ilk defa Dünya yemeği yemiştim. Hem de istediğim hızda! Keplerlilerin uzun sofra ritüelleri yüzünden onlar kadar yavaş yemek zorunda olduğum onca günden sonra özlediğim bir lükstü bu.
Keplerlilere göre, yer altındaki tanrılar (göklerden gelen bizlere pek ihtimam göstermemeleri normaldi yani) evrenin yaratılmasına sofrada karar vermişlerdi. Kusursuz kabul ettikleri evrenin böylesine mükemmel olması tanrıların bıkmadan tartışmaları ve yemek yemekte acele etmemeleri sayesindeydi. Hızlı yemek büyük günah, tanrıların katına erişmekten vazgeçmek demekti ve böyle yapanlar hotike olurdu. Hotikeler kurban edilirdi. “Kâfir” kelimesinin karşılığı sayabileceğimiz bu sıfatı kimseye taktıklarını gören duyan yoktu çünkü bu iradeli varlıklardan hiç kimse kendini hotike yapacak bir davranışı aklından bile geçirmezdi. En azından bizim bildiğimiz kadarıyla, ilk temasımızdan bu yana tanrılara kurban olarak sunulan hiçkimse olmamıştı.
Tanrıların karar almadan önce uzun uzun tartıştıkları inancı Keplerliler için demokrasiyi dini bir mesele haline getiriyordu. Basit kararlar bile açık oturum benzeri toplantılarla alınır, kimi kritik kararlarda oyçokluğu değil oybirliği aranırdı. Şahit olduğum bir tanesinde, Zelele Irmağı’nın sürükleyip getirdiği bir fogu ağacının (hem tohumları hem de meyvesi tüketilebilen kıymetli bir ağaç) artık kendilerinin mi yoksa hâlâ yukarı köylülerin mi olduğunu tam bir gün boyunca tartışmışlardı.
Ben “tartışmışlar” dediğimde gözünüzün önüne çalınan çeneler gelmesin. Kepler 22b’deki evrim bizdekiyle aynı yolu tutmadığından bu hayal hatalıdır. Keplerli tüm hayvanlar seslerini bizimkine benzer ses tellerinde oluştursalar da sesi dışarıya verdikleri organları, beslenmek için kullandıkları ağızları değil, kulaklarıdır. Bunun bir sonucu olarak da konuşurken sadece kendi seslerini duyabilirler. Tartışma tutkularını tanrılarla açıklasalar da bu adetin esas kaynağı mitolojileri değil anatomik imkânsızlıklarıdır. Ses, dışarı çıkarken dudak ve dil benzeri yapılarla değil de kasılma kabiliyetine sahip “ses borusunda” henüz yoldayken şekillendiğinden, Keplerlilerin iletişimi biz insanlara ilk başta mırıldanmadan ibaretmiş gibi gelir. Kulaklarımız zamanla alışır.
***
Dünyayla bağlantı kurulur kurulmaz kitap da indi. Yazarı Şükûfe Harris adlı bir gezgindi. Gezgin, Kakiato’nun da burada olduğu dört sene boyunca Keplerlilerle yaşamıştı. Kitaba Kaikato’yla olan konuşmalarını da aktardığını ilk bakışta görebiliyordum.
Harris, kitabına bu gezegene olan merakını ve yakınlarının burada yaşama planına yaptığı itirazlarla nasıl başa çıktığını anlatarak başlıyordu. Bu kısmı geçtim. Uzayda geçirdiği dört buçuk ayı ve gezegene inip Kaikato ve eşliğindeki iki doktora sonrası araştırmacısıyla tanışmasını anlattığı kısımları atlayarak okudum. “İlk temas” adını verdiği dördüncü bölümden itibaren yazdığı her satır benim için önemli olabilirdi. Gezginin gözlemlerini ve deneyimlerini iştahla okuyordum ama sayfalar geçtikçe soruma bir yanıt bulamamak canımı sıkıyordu. Nihayet son bölüme gelmiştim. Yazar son bölümü, “Keplerli adama duyduğu, neredeyse aşk sayabileceği hayranlığa” ayırmıştı. Çok şaşırmış, yanlış anladığımdan şüphelenip ilk paragrafı tekrar tekrar okumuştum. Çılgıncaydı bu! “Neredeyse aşk” diyordu yazar… Keplarum sapiens ile Homo sapiens arasında gelişen bir “neredeyse aşk” öyle mi?
Harris, kendi duygularını anlatmadan önce, Keperlilerin aşk hayatlarından ve çiftleşme ritüellerinden de bahsediyordu. Bu ritüellere aşinaydım. Erkek ve dişi sırt sırta verir. Erkeğin sırtındaki binlerce üreme organından polen benzeri bir formdaki eşey hücreleri dişiye haz veren bir gazla birlikte dışarı itilir. Bu sırada dişi de sırtından soluyarak polenleri sadece birinde yumurta hücresi olan yüzlerce almaca çeker. Daha sonra o da çektiği gazı dışarı verir ve erkek de aynı şekilde haz alır. Vahşi hayvanlarla mücadele ederken de sırt sırta vermelerinden ötürü, Keplerlilerde çiftleşmenin yaşam mücadelesinin bir parçası olduğu fikri gelişmiştir.
Harris, dini bir ritüel gereği “mastürbasyon yapan” erkeğin polen dolu gazını yanlışlıkla soluduğunu, bu gazın kendisinde baygınlığa neden olduğunu, bu sırada bilincini tamamen yitirdiğini ve uyandıktan sonra da bayıldığı anı kapsayan geçici bir hafıza kaybı yaşadığını aktarıyordu. Neyse ki kısa bir süre sonra belleği tamamen yerine gelmişti.
Bu hafıza kaybının bugünkü deneyimime benzemesi aklımı karıştırmıştı. Acaba ben de yanlışlıkla “haz gazı” mı solumuştum? İyi de nasıl? Ben taşın üzerine oturmuş işimi yapıyordum sadece. İşimi… O Keplerli kadını izliyordum. O zarif, o estetik “kadını”… “Kadını”?
Midem aniden kasılıp bulandı. Kontrol edemediğim bir öğürtü boğazımda tıkandı kaldı. Hızla tuvalete koşup içimden gelen her şeyi serbest bıraktım. Kısmen öğütülmüş ananas ve ton balığı parçalarını otomatik bir merakla incelerken, kimyevi olarak bastırılmış anılarım yüzeye çıkıyor, gözümün önüne giderek netleşen bazı görüntüler geliyordu. Çiftleşme amacıyla kur yapan bir Keplerli erkek gibi, yere uzanıp tüylü ayak bileğine burnumu sürtmüştüm. O, ne yapmaya çalıştığımı hiç anlayamamış, genelde Keplerli kadınların teamülen yaptığı gibi, bana bir naz tekmesi savurmaya kalkışmamıştı.
Klozetten doğrulmaya çalışırken sendeledim ve.eğilmeye fırsat bulamadan bir daha kustum. Belleğimin kayıp parçaları perde perde beliriyordu: Bana tekme atmamasından cesaret alarak olmayan polenlerimi yaymak için sırtımı dönmüştüm. Tuhaf olanı -belki de iç güdüseldi- o da bana sırtını dönmüş, almaçlarını genişleterek yaslanmaya hazırlanmıştı. Sırtlarımız temas etmeden az evvel, daha önce hiç duymadığım bir erkek çığlığı duymuştum.
Sonrası firar…
Gazı nasıl solumuştum peki? Başka bir kaynaktan mı yoksa kendimi bilmediğim bir nedenle kaybedip de kur yapmaya kalkıştığımda mı? Burası muammaydı. Açık olan şeyse, temel kuralı ihlal etmiş, araştırdığım topluma etik dışı bir müdahalede bulunmuş ve kendi çıkarıma bağ kurmuş olmamdı. Daha kötüsü, muhtemelen türüme olan güveni sarsarak bizleri ketoke kunura olmaktan çıkarmış, tone hotike sillura gibi bir şey haline getirmiştim. (Keplercem çok iyi değil ama sanırım “istenmeyen, tehlikeli, namussuz yaratık” anlamına geliyor).
Peki ya Keplerli kadın? Benim yüzümden tarihteki ilk hotike olmuş olabilir miydi? Kurban mı edeceklerdi şimdi onu? Erkeklerin günahlarının, aptallıkların, kıskançlıklarının, korkularının bedelini kadınların ödemesi de evrensel miydi yani?